2 Şubat 2010 Salı

Din ve devrim


Yüzyıllar boyunca her ülkede Kilise ezilenlere karşı ezenlerin yanında olmuştur. İngiliz toprak sahipleri, Resmi (Protestan) Kilisenin vaizleriyle sıkı işbirliği içinde hareket ettiler. Fransa’da, İspanya’da ve İtalya’da rahipler önce toprak sahiplerinin sonra da kapitalistlerin aşağılık uşakları oldular. Fakat toplumdaki sınıfsal çelişkiler, sıklıkla dinsel bir kisve altında ifadesini bulmuştur, bu da materyalist tarih anlayışını kabul eden biri için sürpriz değildir.

Bu konuda Troçki şunları yazıyor: “Dinsel fikirler, gerçekte diğer tüm fikirler gibi, hayatın maddi koşullarının toprağında ve hepsinden öte sınıfsal çelişkilerin toprağında doğarlar ve ancak yavaş yavaş kaybolurlar. Tutuculuğun gücüyle, onları doğuran ihtiyaçlardan daha uzun yaşarlar ve ancak ciddi sosyal şokların ve krizlerin etkisiyle tamamen yok olurlar.” (Trotsky, “Brailsford and Marxism”, On Britain, cilt 2, s.167)

Farklı dönemlerde, farklı dinler, kiliseler ve mezhepler, son tahlilde farklı hatta uzlaşmaz sınıfsal çıkarları yansıtan farklı roller oynamışlardır. Feodalizme karşı ilk büyük isyanın başlangıçları, Roma Katolik Kilisesinin gücüne ve otoritesine meydan okumalardı ve kitleler arasında kolayca yansımasını bulmuştu. Bir Katolik tarihçi buna şöyle dikkat çekiyor: “Kiliseye ve ruhban sınıfa karşı duyulan kinin devrimci ruhu, Almanya’nın çeşitli bölgelerindeki kitleleri sardı.… Uzunca bir süre gizlice fısıldanan «rahiplere ölüm!» çığlığı artık günün parolasıydı.” (W. Manchester, A World Lit only by Flame, s.161)

İngiltere’deki Lollardların ve Almanya’daki Husçuların ilk patlamaları, Luther’in Reformasyonuna zemin hazırladı. Tüm bu hareketlerde, Kilisenin ilk geleneklerinden söz eden komünist bir eğilim vardı ve her seferinde vahşice bastırıldılar. 1381 İngiliz Köylü Ayaklanması esnasında, vakanüvis Froissart, muhalif bir “düşkün rahipler” hareketinin eylemlerinin John Ball tarafından yönetildiğini ve bu kişinin İncil kisvesi altında şu ünlü sloganla komünist fikirler ileri sürdüğünü naklediyordu:

“Adem toprağı beller, Havva ip eğirirken, soylu diye biri mi vardı?”

Burjuvazinin yükseliş döneminde, Protestan dini, yeni gelişen burjuvazinin çürüyen feodalizme karşı başkaldırışını yansıtıyordu. Bunda da şüphesiz ilerici bir rol oynuyordu. Protestanlık on altıncı yüzyılda doğarken bölündü. Bu çalkantılı dönemlerin karışıklığında, farklı sınıf ve alt sınıfların fikirlerini ve emellerini temsil eden bir dizi yeni mezhep ortaya çıktı: Anabaptistler, Mennocular, Bohemyanlar, Kongregasyoncular, Presbiteryenler, Unitarianlar. Almanya’da Thomas Münzer ve Anabaptistlerle birlikte sol kanat, açıkça komünist bir eğilimi temsil ediyordu. Eski bir Lutherci olan Münzer, Luther’den ayrılıp köylüleri ayaklandırmaya yönelmişti. Faaliyetinin devrimci önemine rağmen Luther, kendi öğretilerinin eyleme teşvik ettiği Alman köylülerinin devrimci hareketine keskin bir şekilde düşmandı. En keskin dille, aristokrasiyi hareketi ezmeye zorladı ve bu yapıldı. Hıristiyan prensler yaklaşık 100 bin köylüyü katletti. Sadece Saksonya’da beş bin kişi kılıçtan geçirildi. Yaklaşık 300 tanesi, karılarının, isyanı kışkırtmakla suçlanan iki rahibin beyinlerini ezmeyi kabul etmesinin ardından affedildi. Sonra bizzat Münzer’e ölene kadar işkence edildi ve kafası kesildi.

Kutsal Engizisyonun –Karşı-Reformasyonun[1] Gestaposu– eylemleri hakkında söylenebilecek çok söz vardır. İspanya işgalindeki Hollanda’da, evde İncil bulundurmanın ağır suç olduğu ilân edilmişti. Hükümlü sapkınlar canlı canlı yakılıyordu, fakat itiraf edip tövbe ettiklerinde Engizisyon merhametini gösteriyordu: erkeklerin kafası kesiliyor, kadınlar diri diri gömülüyordu. Protestanların muhalefeti bastırma yönündeki eylemleri ise daha az bilinir. Cenevre’de teokratik bir diktatörlüğün başında olan Calvin, kan dolaşımını keşfetme noktasına gelmiş Michael Servetus’u diri diri yaktırdı. Servetus merhamet diledi; ama hayatı için değil kafasının kesilmesi için. İsteği reddedildi ve yarım saat ateşte kavruldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder