2 Şubat 2010 Salı

Karamsar sonuç?


Felsefe olarak materyalizm uzun ve onurlu bir geçmişe sahiptir. Eski Yunan İyon filozofları tümüyle materyalistti. Platon’a göre bu filozofların en dikkate değeri ve Peracles’in hocası Anaksagoras ateistlikle suçlandı. Protagoras (M.Ö. 415) bir sofistin alışılmış ironisiyle şunu söyler: “Tanrılar konusunda, onların varlığı, yokluğu veya ne biçimde oldukları bilgisine erişemedim; zira pek çok şey bu bilgiye erişmeyi engelliyor, hem konunun karanlık olması hem de insan yaşamının kısalığı.” (aktaran: A.C. Bouquet,Comparative Religion, s.105-6). Çağdaşı Diagoras biraz daha ileri gitti. Birisi onun dikkatini bir gemi kazasından kurtulanların minnettarlık için diktikleri adak tabletlerine çektiğinde, şu şekilde cevap verdi: “Boğulanlar tablet dikmedi.”

Materyalist anlayış, hayata karamsar veya nihilist bir bakış anlamına mı geliyor? Aksine. Yeryüzünde tam ve tatminkâr bir yaşamın ilk koşulu, şeylerin aslına uygun bir bakış açısını benimsemektir. Şimdiye kadar ortaya konmuş yaşama dair en yüce ve en insancıl görüşlerden biri, antik dönemin dahisi Epiküros’un felsefesidir. Epiküros, Demokritos ve Leukippus ile beraber dünyanın atomlardan oluştuğunu keşfetmişti. Kilise tarafından hatırasına yüzyıllarca kara çalınan Epiküros (M.Ö. 341-270), insanlığın korku belâsından, özellikle de ölüm korkusundan kurtulmasını diledi. Neşeli ve iyimser bir hayat görüşü vardı. Öldüğü gün dikkate değer bir laf etti: “Ölmek için güzel bir gün.”

Herkesin içinde yer alacağı büyük bir milletler topluluğu tarzında bir evrensel kardeşlik vaazı veren Stoacılar, evren yok edilemez olduğu için, bireyler olarak değil ama tüm insanların ruhlarının ölümden kurtulacağına inanıyorlardı. Fakat, doğanın akışı ve yapısından gelen şeyler dışında bize bir şey olamayacağı için ölümden korkulmasına gerek yoktur. İlk olarak “tüm insanlar özgürdür” diyen, bir Stoacıdır. Epektetus ve Marcus Aurelius’un yazıları sayesinde, Stoacılığın Hıristiyanlık üzerinde büyük etkileri olmuştur. Yine de Stoacılar tanrıya hiçbir şekilde gerçekten inanmadılar (theos kelimesini kullanıyorlardı, ama Hıristiyanlığın Tanrısından tümüyle farklı bir anlamda) ve bilge adamın Zeus’a denk olduğunu iddia ediyorlardı. Onların düşüncesi cennete gitmek değil, güzel bir yaşam sürmekti. Bu yaşamı, duygusuzluk değil duyguların kontrolü anlamına gelen apatheia ile özdeşleştiriyorlardı.

Aslında antik halkların çoğu, ölümden sonra kendilerine ne olacağı sorusuna çok kayıtsız gibi görünürler. Yunanlılar için ölümden sonra “yaşam”, anlaşılmaz bir şekilde konuşan ruhların kasvetli dünyasından ibaret, çekici olmayan, gri bir yerdi. Mısırlılar, yiyecek ve şarabın, müziğin, çıplak dans eden kızların ve insanın her ihtiyacına hizmet edecek bir köleler ordusunun olduğu daha çekici bir öteki dünya anlayışına sahiptiler. Fakat Mısırlılar için öteki dünya, egemen sınıfın tekelindeydi. Bunların anıtsal mezarları, canlıyken sefasını sürdükleri gösterişli zenginliği ve lüksü sergiliyordu. Aslında, Çin’de ve diğer tüm erken sınıflı toplumlarda, ölümden sonra yaşam beklentisi, aristokrasiye, şefe, krala ve savaşçıya tahsis edilmişti. Bu, egemen elitin yararlandığı başka bir ayrıcalıktı, ya da daha doğrusu hayatları boyunca sefasını sürdükleri ayrıcalıkların –kitlelerin özenle dışında tutulduğu ayrıcalıklar– ölümden sonra da devam etmesiydi.

Hıristiyanlıkla beraber cennet nihayet demokratikleşti –herkese açıldı– ama bir bedel karşılığında. Bu bedel, daha iyi şeylerin geleceği beklentisiyle kişinin bu dünyadaki hayatını az çok feda etmesidir. Günahları dolayısıyla bu dünyanın zenginlerinin korkunç cezalarla tehdit edilmekte oldukları doğrudur. Bu bazılarını kaygılandırmış olmalı. Fakat genelde egemen sınıf, geleceği pek tasa etmezken, kendini servetinin ve hayatın güzelliklerinin huzur verici zevkine adamayı tercih eder ve gelecekteki cehennem ateşi ihtimaline şaşırtıcı bir sükûnetle bakar. Ama yoksullar için, mezarın ötesinde geleceği vadedilen mutluluğun bedeli, bu gözyaşı vadisindeki acı ve ıstırap dolu dünyayı pasif kabulleniştir. Bu vaat, bitmez tükenmez bir didinmeyle ve fiziksel ve zihinsel kederle dolu bir yaşamda kendilerini tüketen milyonlarca insanı kayıtsızlığa itmektedir.

Bazı insanlara bu adilmiş gibi görünebilir. Fakat bize daha çok düpedüz hırsızlık ve düzenbazlık olarak görünüyor. “Bu umudu sıradan insanlardan aldığında geriye ne kalır?” Besili sofistin argümanı böyledir. Cevap: onlar hakikati bulurlar ve İncil bize hakikatin bizi özgür kılacağını söyler. İnsanların gözleri cennete doğru dikildikçe, dikkatlerini onlara azap çektiren gerçek sorunlara ve gerçek düşmanlarına yoğunlaştıramayacaklardır. Gerçek mutluluk beklentisinin yerini, tüm insani potansiyellerin, var olmayan bir ölümden sonra yaşam beklentisi için kullanılması alacaktır. Yani insan olarak kendilerini kurban edeceklerdir, tıpkı uzak geçmişin kana susamış eski dinlerinin kurbanları gibi. Gerçek yaşamlar bir yanılsama uğruna mahvedilmektedir.

Felsefi materyalizmin gerçek simgesi olan yaşam sevgisinin, yaşadığımız dünyayı değiştirmek ve insanların yaşamlarını iyileştirmek için tutkulu bir arzuya yol açması gerekir. Din bizlere gözlerimizi göklere dikmemizi öğretirken, Marksizm yeryüzünde daha iyi bir yaşam için mücadele etmemizi söyler. Marksizm, kadınların ve erkeklerin kendi yaşamlarını dönüştürmek ve insanlığı kendi gerçek itibarına ulaştıracak gerçek bir insan toplumunu yaratmak için mücadele etmeleri gerektiğine inanır. Bizler, insanların sadece bir hayatı olduğuna ve kendilerini bu hayatı güzel ve tatmin edici kılmaya adamaları gerektiğine inanıyoruz. Şöyle de diyebiliriz, bizler bu hayattaki bir cennet için savaşıyoruz, çünkü başka bir cennetin olmadığını biliyoruz. Yaşanabilir bir dünya için yaşadığımız ve savaştığımız ölçüde, çocuklarımız ve torunlarımız için daha iyi bir gelecek hazırlıyoruz. Her ne kadar her bireyin belli bir ömrü varsa da, insan türü devam ediyor ve insanlık davasına bireysel katkımız bizler yok olduktan sonra da yaşamaya devam edecektir. Ölümsüzlüğe, doğanın kanunlarını reddetmeden ulaşabiliriz, ama gelecek nesillerin hafızasında. Ölümlülerin peşinden koşma hakkına sahip oldukları tek ölümsüzlük budur.

Bu yüzden Marksizmle tüm dinler arasında derin bir felsefi ayrılık vardır. Bu, daha güzel bir dünya için birlikte çalışmayı ve mücadele etmeyi kabul edemeyeceğimiz anlamına mı gelir? Hiç de değil. “Ruhu teslim ettikten” sonra bizleri bekleyen kadere ilişkin olarak, herkesin istediği görüşü savunma hakkı vardır. Fakat bu fikirsel ayrılık –aslında felsefi açıdan önemlidir– hiçbir şekilde bizi dünyadaki baskı ve adaletsizlik karşısındaki mücadelede birleşmekten alıkoymamalıdır. Bu yalnızca, toplumun sosyalist dönüşümünün temel programında ve bu programı pratiğe geçirebilecek araçlarda fikir birliğine varma sorunudur. Diğer konuları tartışmak için yeterince vaktimiz olacaktır!

Dinin dünyası mistik bir dünyadır, gerçeğin bozulmuş bir görüntüsüdür. Fakat tüm fikirler gibi bu fikirlerin de kaynağı gerçek dünyadadır. Üstelik bunlar sınıflı toplumun çelişkilerinin bir ifadesidir. Bu olgu, en eski dinlerde çok nettir.

Babil tanrısı Marduk, insanı tanrılara hizmet etmesi maksadıyla yarattığını ilân etmiştir; bunu “onların özgürleşmesi”, yani tapınak ayinleriyle ilgili bayağı işleri yerine getirmeleri ve tanrılara yiyecek sağlamaları için yapmıştır. Burada, insanlığın iki sınıfa bölündüğü sınıflı toplum gerçekliğinin dindeki yansımasını buluruz; yükseklerdeki dokunulmaz tanrılar (egemen sınıf) ve “odun kesiciler ile su taşıyıcılar” (emekçi sınıflar). Dinin amacı çoğunluğun azınlığa köle yapılmasının ideolojik (dinsel) haklılığını sağlamaktı. Ve bu tüm antik (ve modern) toplumlarda yaşamın çıplak gerçeğiydi: rahip kastı çalışma gerekliliğinden kurtuldu ve aslında tanrının yeryüzündeki fiziksel temsilcileri olarak gayet gerçek ayrıcalıklara sahip oldu.

Babil yaratılış mitleri (Tekvin kitabı bunlardan kaynaklanmıştır) üzerine yazan S.H. Hooke şu gözlemi yapıyor: “Lahar ve Ashnan mitinin insanın tanrılara hizmet etmek için yaratılması ile noktalandığını zaten görmüştük. Bir diğer mit […] insanın nasıl yaratıldığını tasvir eder. Sümer miti Babil Yaratılış Destanında verilen anlatımdan epeyce farklı olsa da, her iki yorum da, insanın yaratılış amacında hem fikirdir, yani tanrılara hizmet etmek, toprağı sürmek ve tanrıları yaşamak için çalışma zorunluluğundan kurtarmak.” (S.H. Hooke, Middle Eastern Mythology [Ortadoğu Mitolojisi], s.29)

Bu yüzden din gerçek anlamda (eski sınıfsız toplumlardaki büyünün, totemciliğin ve animizminin aksine) toplumun uzlaşmaz sınıflara bölünmesinden doğar ve bundan kaynaklanan çözülmez çelişkilerin bir ifadesidir. Herkesin eşit olduğu daha erken dönemlerin belirsiz hatırası başlangıçta canlı kaldı. Bu, mitolojide, “altın çağ” fikrinde su yüzüne çıkar ve İncil’de Cennet Bahçesi şeklinde görünür. Bu fikirler, bir kaybetme duygusunu ve kayıp bir mutluluk dünyasının ardından duyulan özlemi ifade eder. Din bu çelişkinin üstesinden gelmeye, onun sızısını azaltmaya, sömürülme ve ıstırap çekme gerçeğini Tanrının isteği olarak ya da insanın Tanrıya itaat etmemesinin sonucu olarak –veya her ikisi birden– göstererek, insanları buna razı etmeye çalışır. Boyun eğ! İtaat et! Fedakârlık et! O zaman her şey iyi olacak. Aslında insanlığın kendisinden acımasızca koparılışının, insan soyunun bu yabancılaşmasının üstesinden, ancak sınıflı toplumun ortadan kaldırılması ve insanlar arasında gerçek insani ilişkilerin yeniden kurulması ile gelinebilir.

İnsanoğlu ile kendisi için yarattığı ilahlar arasındaki bu psikolojik ilişki, bize insanlığın gerçek durumu hakkında çok şeyler söylüyor. Verili bir toplumun ilahlarının, yalnızca toplumun, onun üretim tarzının, sosyal ilişkilerin, ahlâkın ve önyargıların bir yansıması olduğu hiç de sır değildir. Aklın İsyanı’nda dikkat çektiğimiz gibi: “Kendi suretinde insanı yaratan tanrı değildir, aksine tanrıları kendi suret ve benzeyişlerinde yaratan insanlardır. Ludwig Feuerbach, kuşların bir dini olsaydı tanrılarının kanatlı olacağını söylüyordu. «Din, kendi anlayış ve duygularımızın bize bağımsız ve dışımızda varlıklar olarak göründüğü bir rüyadır. Dinsel akıl özne ve nesne arasında ayrım yapmaz, şüpheden muaftır; başka şeyleri kendisinden ayırt etme yetisinden yoksundur, ama kendi tahayyüllerini kendi dışında ayrı varlıklar olarak görme yetisine sahiptir.» Kolophon’lu Ksenophanes (M.Ö. 565-470) de bunu anlamıştı: «Homeros ve Hesidos, insanlar arasındaki bütün utanç verici ve onursuz işleri tanrılara atfetmiştir: çalıp çırpma, zina ve birbirini kandırma… Etiyopyalılar kendi tanrılarını siyah ve kalkık burunlu yaparlar, ve Trakyalılar da gri gözlü, kızıl saçlı… Eğer hayvanlar da insanlar gibi resim veya başka şeyler yapabilselerdi, atlar ve öküzler de kendi tanrılarını kendi suretlerinde yaparlardı.»”

Fakat bu tanrılar gerçekliğin karbon kopyaları değildir, gerçeklik din gözlüğünden geçerek görülür; yabancılaşmış, mistik, her şeyin baş aşağı durduğu, tepetaklak bir dünya. Onlar insanın olmak istediği ama olamadığı her şeydirler. Onlar insanın sahip olmak istediği, arzuladığı, fakat kaçınılmaz olarak erişemediği tüm özelliklere sahiptirler. Bu anlamda din, erişilemez şeyler için duyulan bir özlemi temsil eder. Fakat bu dinsel duygular, başka bir unsuru da içerir: daha iyi bir yaşam ve daha iyi bir dünya için duyulan derin bir özlem. Ezilmiş ve aç köylü tanrısına yakarırken, adalet için, yani bu dünyanın merhametsizliğine, zalimliğine ve adaletsizliğine karşı yakarır.

Bu eşitlik ve inananların kardeşliği inancı, sıklıkla ilkel komünizm biçiminde ifade edilir, tıpkı sözünü ettiğimiz ilk Hıristiyanlar gibi. İslamiyet ve Hıristiyanlığın erken dönemlerinde bu inançların doğurduğu kitle hareketleri dünyayı sarstı. Fakat üretim araçlarının gerektiği ölçüde gelişmemiş olması, insanlığı sınıf köleliği altında iki bin yıl daha didinmeye ve ıstırap çekmeye zorladı. Eşitlik ve kardeşlik hayali paramparça oldu. Toprak beyinin –ve daha sonra kapitalistin– arkasında sadece askerleri, polisleri ve gardiyanları ile birlikte dünyevi monark değil, ruhani polisler ve gardiyanlar da duruyordu. Statükoya direnmek, sadece ateş ve kılıçla değil, aforoz ve ruhsal işkencelerle de cezalandırılıyordu. Erkeklerin gerçek dünyasında adaleti elde etmenin olabilirliğinden umudu kesen erkek, adaletin mezarın öte tarafında bulunabileceği düşüncesine teslim oluyordu.

Burada erkekten bahsediyoruz, çünkü yazılı tarihin büyük bir kısmında, topluma erkekler egemen olmuş, kadınlarsa kölelerin köleleri rolüne indirgenmiştir. Bu yüzden erkek, lordunun, kralının ve tanrısının uşağı olmak, kadınsa kocasının –onun lordu ve efendisi– uşağı olmak zorundadır. Birçok kadın için din avuntusu, kendi köleliğinden kaynaklanan yoğun ıstıraptan kurtulmanın tek yoludur. Bu, pek çok toplumda kadınların dine niye böylesine bağlandığını açıklıyor. Din olmadan hayatları büsbütün çekilmez olurdu. Din, duyuları uyuşturan ve onları acıya karşı dayanıklı kılan bir uyuşturucu gibidir. Fakat acının nedenini ortadan kaldırmaz veya kadınların kaderini değiştirmez. Aksine. İlk başlarda Hıristiyanlık kadına yeni umutlar sunup, Hıristiyanlığa düşman Romalılar tarafından aşağılanarak “kölelerin ve kadınların dini” olarak tanımlansa da, pratikte yoğun bir kadın düşmanlığıyla damgalanmıştı. Erkeğin ilk günahını işlemesine, bir kadının, Havva’nın neden olduğu söyleniyordu.

Kadın ve erkek arasındaki en doğal ilişkiler ölümcül günah diye bastırıldı ve lanetlendi. Aziz Augustine cinsel ilişkiyi “cehennem ayini” olarak tanımlıyordu. Kederli Bakire’nin [Meryem] canlı bir örneğini sergilediği gibi, kadının gerçek yeri erkeğin hizmetinde acı çekmektir. Bu dünyada hiçbir mutluluk beklenmemelidir.

Dini nesiller, kadınların mutsuz kaderine damgasını vurmuştur. Hıristiyanlık için geçerli olan şey diğer dinler için de geçerlidir. Eski bir Yahudi duası vardır: “Tanrım, beni kadın olarak yaratmadığın için sana şükürler olsun.” Bazı Müslüman ülkelerde kadına uygulanan baskı aşırı ölçülere ulaşmıştır; İran’da ya da daha da kötüsü Afganistan’da olduğu gibi. Hindistan’da yüzlerce yıllık bir Hindu geleneği, dul kadınları, kendilerini kocalarının cenaze ateşinde yakarak kurban etmeye mahkûm eder. Kadının çağlar boyu süren köleliğinden kurtuluşu bu nedenle dinle doğrudan çelişmektedir.

Dünyadaki büyük dinlerin çoğunda, Hıristiyanlıkta, İslamda, Budizmde, Sih dininde –en azından başlangıçlarında–, zengin ya da yoksulun, ezen ya da ezilenin olmadığı, tüm kadın ve erkeklerin kardeş olacakları daha iyi bir dünya hayaliyle birlikte, dünyayı ve dünya işlerini eleştiren bir unsur vardır. Hem Hıristiyanlığın kiliselerinde hem İslamın camilerinde, tüm inananların “kardeşliği”, “Allah katında herkesin eşit olduğu” türünden söylemlerle yanılsama sürdürülür. Ama ertesi gün, zengin Hıristiyan ya da Müslüman patron, tıpkı eskiden olduğu gibi, kendi inanan işçi dostlarını sömürmeye, soymaya, aşağılamaya ve aldatmaya devam eder. Dinin teorisi ve pratiği arasındaki bu göze batan çelişkiye dikkat çekildiğinde ise, üzgünce başlarını sallayacaklar ve bu günahkâr dünyada insanoğlunun mükemmel olmadığı gevelemelerini mırıldanacaklardır. Bu gevelemeler işçiler için çok küçük bir tesellidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder