2 Şubat 2010 Salı

Hıristiyanlık ve Komünizm


Kilisenin ilk yıllarında, onun temsilcileri, hareketin başlangıçtaki komünist görüşlerini aksettirmeye devam ettiler. Aziz Clement şöyle yazıyordu: “Bu dünyada bulunan tüm şeylerin kullanımı tüm insanlar için ortak olmalıdır. En büyük kötülük, bir insanın diğerlerine «bu benim, şu senin» demesidir ve bu insanlar arasındaki kavganın kökenini oluşturur.”

Bu doğru bir gözlemdir ve açıkça şunu demektedir: sınıf mücadelesinin (“insanlar arasındaki kavganın”) kaynağı özel mülkiyetin varlığıdır. İnsanlar arasındaki kavganın ortadan kaldırılması, bu nedenle özel mülkiyetin kaldırılmasını gerektirir. Benzer bir düşünce Büyük Aziz Basil tarafından da ifade edilmişti: “Hangi şeyleri «benim» olarak adlandırıyorsun? Hangi şeye benim diyebiliyorsun? Kimden aldın onları? Sen, bir vesileyle tiyatroya erkenden gidip hiçbir engelle karşılaşmaksızın halkın geri kalanı için ayrılmış koltukları ele geçiren, onların zamanında gelmediklerini iddia eden ve oturmalarını engelleyen, gerçekte ortak kullanıma ayrılmış mülklerin sadece kendi kullanımında olduğunu savunan biri gibi konuşuyor ve davranıyorsun. Ve zenginler tam da böyle davranır.”

Aynı şekilde, Aziz Gregory’nin sözleri: “Öyleyse, eğer biri kendini her tür servetin sahibi yapmak, mülk edinmek ve üçüncü ya da dördüncü kısım (nesil) kardeşlerini dahi bunun dışında bırakmak isterse, böyle bir alçak artık kardeşimiz değildir, aksine insanlık dışı bir tiran, acımasız bir barbar, ya da daha doğrusu, diğer arkadaşlarının yiyeceklerini silip süpürmek için ağzı daima açık duran vahşi bir hayvandır.”

Ve Aziz Ambrose: “Doğa, zenginliğini tüm insanların ortak kullanımına sunmuştur. Tanrı her şeyi cömertçe yarattı ki, tüm yaşayanlar bunlardan ortak bir şekilde zevk alsın ve dünya hepsinin ortak mülkiyeti olsun. Özel mülkiyet hakkını yaratan sadece adaletsiz gaspken, topluluk hakkını doğuran bizzat Doğadır.”

Ve Büyük Aziz Gregory: “Dünya, üzerine doğmuş herkesin ortak malıdır, ve bu yüzden dünyanın tüm ürünleri hiçbir ayrım olmaksızın herkese aittir.” Buna Aziz Chrysostom şunu ekler: “Zengin adam hırsızdır.”

Bu satırlar Hıristiyanlığın ilk dönemlerindeki devrimci köklerini örneklerle açıklamak için yeterlidir. İlk Hıristiyanlar, inançlarını savunma yolunda en korkunç işkencelere katlanmaya hazırdılar, bu uğurda devlete ve egemen sınıfa karşı koydular ve arenada can verdiler. Bu gaddar eziyetin nedeni, yoksul ve ezilenlerin bu hareketinin var olan düzene tehdit oluşturmasıydı. Ama bu yöntemlerin hiçbiri, şehitlerinin kanından her daim güç alan bu hareketi ezmeyi başaramadı.

Fakat, sınıfsız bir toplum için maddi temellerin olmaması nedeniyle her şey giderek tersine dönüştü. O koşullar altında, fiilen hazine sorumluları olan piskoposlardan başlayarak Kilisenin önderliği, devletin ve egemen sınıfın baskısı altında kaldı ve yavaş yavaş hareketin başlangıçtaki komünist inançlarından uzaklaştı. Hıristiyanları baskı ile yenilgiye uğratmanın olanaksız olduğunun farkına varan egemen sınıf taktiklerini değiştirdi. Kilisenin üst katmanlarının İmparator Constantine tarafından yozlaştırılma tarzı, ilk dönem Kilise tarihçilerinden Eusebius’dan alınan ve bizzat imparatorun başkanlık ettiği M.S. 325’teki İznik Konsilini “Tanrının bir habercisi gibi” diye tarif eden şu pasajda görülebilir.

Eusebius’un sözleri şöyle: “Ziyafet ortamı tarif edilemez muhteşemlikteydi. Muhafız birlikleri ve diğer askerler kılıçlarını çekerek sarayın girişini kuşatmışlardı ve Tanrının adamları bunların arasından geçerek korkusuzca imparatorluk dairelerinin içlerine doğru ilerliyorlardı. Bazıları imparatorun masadaki dostlarıydı, diğerleri ise her iki taraftaki sedirlerde boylu boyunca uzanıyorlardı. Bunun İsa’nın krallığının bir manzarası olduğu ve gerçeklikten çok bir rüya olduğu düşüncesi akla gelmiş olmalı.” (T. Ware, The Orthodox Church [Ortodoks Kilisesi], s.27)

Bugün bu yöntemler sosyalistler ve sendikacılar için çok tanıdıktır. Sendikaların ve işçi hareketinin önderlerini burjuva fikirlerin etkisi altına alan, yozlaştıran ve sistemin içine emen yöntemler tümüyle aynı yöntemlerdir. Hareketin tepesindekiler, zenginler ve ünlülerle yan yana oturdukları pahalı yemeklere ve partilere davet edilir. İznik Konsilinden bu yana, Kilise, zenginliğin, ayrıcalıkların ve baskının en sıkı destekçisi olmuştur.

Bu ihanetin imparatorluğa getirileri apaçık ortadaydı. İlk Hıristiyanlar devleti tanımayı ve orduya girmeyi reddetmişlerdi. Artık bu tersine dönüyordu. Kilise devletin temel direklerinden biri haline gelmişti ve devletin yeni öğretilerine itiraz edenlere gaddarca zulmediyordu. İskenderiyeli Arius, İznik’e itaat etmeyi reddettiğinde, taraftarları (Aryanlar) kılıçtan geçirildi. 3000’den fazla Hıristiyan, kendi din kardeşleri tarafından öldürüldü. Bu sayı, üç yüzyıllık Roma baskısı döneminden daha fazlaydı. Bu tür yöntemlerle, ezilenlerin ve yoksulların Kilisesi, onları kölelik altına almanın temel aracı haline getirildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder